31 Mart 2011 Perşembe

DUA ÇİÇEĞİNİN KABUL OLMAYAN DUASI

Bir saksı toprağım,
bir de dua çiçeğim vardı...
Gün batımına yakın,
kaldırıp yapraklarını gök yüzüne,
şu kara zindanın içine tükürürcesine,
duaya başlardı...

Hışmına uğradı önce bulutların, delik-deşik oldu yaprakları doludan,
nedense duasını beğenmemişti ulu yaratan.

Yılmadı dua çiçeği, yeniden toparlandı.
Üstelik çatal sürgüler verdi dipten.
Oysa ki;
fermanı yazılmıştı bir kez,
ne yapsa nafileydi artık...

Tam yeniden duaya durduğu ilk gece,
bir fare ordusu bastısı avluyu sessizce.
Hiçte üzerilerine farz değilken,
koparıp çıkardılar çiçeği kökünden...

Sabah uyandığımda uzanmış avluda yatıyordu
ve dolu gözlerle bana bakıyordu...
-"neden ama beni bu hale koydular" der gibiydi,
yapraklarındaki tırnak izleri belliydi...
Onun duası da benim ki gibi kabul olmamıştı.

Yüce yaratan,
bana hemcinslerimden bir sürü cellat,
ona ise fare ordusu yollamıştı...

Hamit Necmettin Yazıcı (Neco Hoca)

9 Aralık 2010 Perşembe

ZENCİ ÇOCUĞUN SORULARI

Ne kadar çok silah var anne!
Neden hiç süt şişesi yok?
Çikolata yemez mi askerler?
Karınları acıkmaz mı komutanların?

O güzel evleri neden yıkıyorlar,
kimseler oturmuyor mu içinde?
Onlar da bizim gibi,
          açıkta mı yatıyorlar?
Çok üşüyorum, üstümü ört anne...

Bunca araç geçti,
            bom-boş içleri,
neden biz yürümek zorundayız?
Söylesek, bizi bindirir mi amcalar,
            boş geçen kamyonlara..!
Yarın dinlenelim, çok yoruldum anne...

Söz veriyorum sana,
keçileri hep ben götüreceğim ormana!
Ekmek aşırmayacağım tekneden,
suyu da ben çekeceğim kuyudan,
hadi, evimize dönelim anne...

Bu ışık,
bu ses ne anne?
Neden kolumu uzatamıyorum sana?
Niçin konuşmuyorsun benimle?
Yoksa küstün mü anne..!

Neco Hoca
Kelepçeli Karanfiller

3 Haziran 2010 Perşembe

KAÇAK SEVGİLİ

Senin saçların sarı değildi,
ama ben altın renkli başakları okşarken;
hep seni hatırlardım...

Okyanustu bence gözlerin...
İlk hilâli seyreder, seni düşünür,
bahar dalı okşardım...
Sen iyi,
sen sıcak,
sen tokluktun...

Sonsuza dek pedal çevirebilirdim,
sana yetişmek için.
Çiğ taneleri toplar,
gökkuşağının altından geçmeye çalışırdım,
kavuşmak için...
Gerçeği, düşlerime işçi yaptım.
Sırf sen istedin diye,
yedi başlı ejderhayı
"Al kanatlı Azrail'i düelloya davet ettim...
Elimi her taşın altına soktum,
ama sen çoktan kaçıp gitmiştin.

Hamit Necmettin Yazıcı,
Neco Hoca

26 Mayıs 2010 Çarşamba

PÖTİKARE

Bir gökyüzü kalmıştı elimizde,
dokunmadıkları...
Ona da set çektiler inan...
Hani sen ve ben,
daha şeref vermemişken,
şu yaşanılası dünyaya,
daha uç vermemişken,
DİYARBAKIR akşamlarındaki sevdamız,
cumhuriyetin bilmem kaçıncı yılında,
"demir ağlarla" örmüşlerdi bütün yurdu, ısmarlama şairler...
İşte o misal örmüştüler gökyüzünü,
"demir ağlarla" mapushane avlusunda...
Onuncu yılda örülen sözde "demir ağ",
Bizanstan çıkıp, olağanüstü topraklara,
uzanan iki çizgiydi sanki.
Burada ise gerçek demirden bir ağ örülmüş,
güzelim gök yüzüne...
Bir tarih boyu kalemlerin uğruna destan yazdığı
o gökyüzü yok artık...
Sıkı dokunmuş bir ağ gerisinden,
sırıtıyor gökyüzü ve
başımızı kaldırıp bulutları
baklava dilimleri arasından seyrediyoruz...
Serçelerin bile geçemediği bu deliklerden,
sadece arzularımız geçebilmekte...
Altmışında da olsa insanlar,
ilk sevdalarını ve
sonsuz berrak üstelik pöti kare olmayan,
gökyüzünü unutamıyor...

Neco Hoca

2 Şubat 2010 Salı

KISKANÇLIK

Paylaşamam kimseyle,
sessiz geceleri.
O yüzden tutarım hep gece nöbetlerini
isteyerek.
Kafa tasımın içindeki mercimeği kıskanırım,
kırışamam kimseyle.
O yüzden giderim hep
burnumun doğrultusuna...

Bütün renkler sizin olsun,
maviye dokunmayın sakın.
Tek tesellimdir benim GÖK yüzü...

Tüm dünyayı size bağışladım,
köyümde bir kulübe verin bana...

YER yüzünün bütün çiçekleri
varsın sizin olsun.
Bir tek kırmızı karanfil yeter bana...
Sarayların tümü sizin olsun,
dilediğiniz gibi oturun, helâl olsun...
Bir tek hürriyetim var ki,
kimseyle paylaşamam şart olsun.

Neco Hoca,
İstanbul 2000

29 Aralık 2009 Salı

YILBAŞI SERENADI

Bir yıl daha silindi,
alacak hanemden...
Üç yüz altmış beş kere çentik vurdum suratına
dünyanın..
Yeni takvim asılınca duvara,
fark ettim bunu.

Oysa ki ben,
durdurmuştum zamanı kendimce,
seni görünceğe kadar...

İlk yaprağında bir "kardelen" var takvimin,
ama üç aya bedel...
Oldukça nazlı, boynu bükük ve güzel.
Her aya bir çiçek bile çok görülmüş,
koskoca on iki ayın çevresi dört çiçekle örülmüş...
İkincisi "sarı çiğdem",
ardından "ağlayan gelin",
son yaprak süslü bir "sklamen"
kim astı bunu bu duvara bilemem...

Bulduğumuzla yetiniyoruz ancak,
bildiğiniz gibi damdayız,
üstelik drumun farkındayız...
Zaman,
burada boncuk olur bazen, tesbihlere dizilir,
bir de bakarsın ki kibrit çöpünden bir villa olmuş.
Derme çatma bir yelkenli olur, kimi zaman,
"şahmeran" olur resimlerde savulun aman...
O kadar surat değiştirir ki zaman,
avludaki saksıdır belki de, günden güne solan.
Belki de "baykuştur" sabahlara dek bağıran...
Katlanıyor insan her güçlüğe,
istese de direniyor vücut, istemese de...

Ama o, mahpusluk sonrası,
görüpte boynuna sarılan, sahte dostların feryadları
var ya!
Hani o,
"çoktandır yoksun, nerelerdeydin" lafı yok mu ya!
İşte o koyuyor insana...
Bin yıl mahmpusluğa bedeldir o laf...

Sen içeride gün be gün duvar kazımışsın,
gün olmuş geçmemiş zaman, küfrü basmışsın,
adam karşına geçmiş:
"nasıl da çabuk geçiyor zaman"
diye ahkam kesiyor.
Kaybolan yılların için, tesbih tanesi çekiyor.

Neco Hoca
Saray Cezaevi, 1998